7 Temmuz 2014 Pazartesi

Kitaplar Göçü 1


Tramvayın tüneli andıran koridorunda yürüyüp sonuna ulaştılar. Burası, bu ilginç tren devşirmesinin diğer bölümlerine bakınca geniş bir ovayı andırıyordu. Evet, belki oturulacak yeri yoktu fakat oldukça genişti. Tramvay hareket halindeyken dört yanı izleyebiliyor, sıkıldıkça da kapanan kapıya hamle yapıp tekrar açılmasını sağlıyorlardı. Kapısı açılınca hareket edemeyen tramvayın sürücüsü bu temmuz sıcağında çıldırabilir ve belki onları yaya bırakabilirdi. Oldukça heyecanlı görünüyordu.

Ahmet ve Oktay liseye geçmişlerdi. Bu geçiş ne kutlanmış ne de yerilmişti. Olan, olması gerekmiş gibi bakılıyordu. Oysa kimsenin olacakları kestirebildiği yoktu.

Bu sıcak temmuz gününde yaza yayılacak bütün işleri yaptıklarına kanaat getirdiler; bisikletle uzaklara gidilip, dönülmüş, pazarda su satılmış, kayısı çalınmış, dizler yaralanmış, araba yıkanmış, mahallenin kızlarına yazılmış, toza bürünerek futbol oynanmış ve yeterince sıkılınmıştı. Ahmet ancak zaman makinesini icat eden insanın duyacağın bir kıvançla ortaokul kitaplarını satmayı önderdi. Ahmet'in babası dolmuş şoförüydü. Efendi bir adamdı fakat her dolmuş şoförü biraz fırlamadır ve Ahmet bu genetik mirası yerine getirebilecek kapasitede bir çocuktu. Fikir Oktay'ın aklına yatmıştı. Biraz para kazanmak fena olmazdı. Oktay'ın babası belediyede çalışıyordu. Efendi bir adamdı fakat solcuydu ve Oktay, bu genetik mirası sürdürmek için oldukça lümpendi.

Ahmet'in fikri bir anda alevlendi. Evdeki kitaplar hayalden süzüldü, kalem oynatılmamış test kitapları, müfredatın sıkıcılığından açılmamış fakat kenarına isim yazılmış ders kitapları, evet, evet hazineydi. Bu berbat temmuz günü ancak para getirecek aktivite ile şenlendirilebilirdi. Derhal evlere yollanıldı.

Yaz günü evlerin o basık sıcağında kimse durmaz. Belki eski bir türkmen geleneği kim bilir; sıcaklar bastımıydı yükseğe çıkılır. Ev alçaktadır, izin alınacak büyük yoktur, türkmenler çok yaşasındır.

Ağırlıklarının bir kaç katı kitabı naylon poşetlere doldurup yola düşmek en fazla yarım saatlerini aldı. Kabilesinden uzaklaşan yerliler gibi korkuyorlardı aslında, çaktırmıyorlardı. Hedef Rampalı Çarşı'ydı. Evet Rampa.

Bu şehirde kitapçılar tek yerde toplanmıştır. İlginç bir mimarisi olan Rampalı Çarşı, kitap sektörünün her şeyidir. Altısı yerin üstünde, üçü yerin altında ve biri cehenneme yakın olmak üzere aslında on katlı bir kuledir. Esnafı birbirini sevmez Rampalı'nın. Ee neticede bu kadar peygamberi bile bi araya koysan illaki hır ve gür şekle'şemale bürünür. Yine de geçinip giderler. İkinci eli yok pahasına alıp, çok pahasına satıp, yeni yetme kitap aşığı solcu gençleri sömürüp ekmeğinin derdinden geçip reçelin derdine düşer esnaf. Bir yönetim kurulu, iki güvenliği, bir tuvaleti, bir mescidi, kırk iki kitapçısı, dört müzik marketi, altı fotokopicisi, bir terzisi, iki elektronikçisi ile rampalı, kitap arayanların uğrak yeridir.

Ahmet daha sokaktan çıktıkları anda günün krokisini kafasında çizmişti. Kitaplar satılacak, döner yenecek, limonata içilecek, oyun salonuna gidilecek, şapka alınacak ve tramvay rezilliğine kapılmadan dolmuşla eve dönülecek. Ahmet, babasına benziyor, kendisi bilmiyor, Oktay biliyor, babası mutlu ve annesi endişe ile kaplı.

Rampalının üç girişinden en popüler olanı duraklara bakan kapıdır. Tam bu kapıdan girerken Rampalı'nın mescidinden öğle ezanı okunmaya başladı. Ahmet, Oktay'ı kolundan çekip durdurdu. Öğle namazına giden esnaflara bakarak ellerindeki kitapların değer kaybetmesinden korktu. Bir süre parkta oyalanmayı önerdi. Öğlen saati olmasına rağmen otobüs durağının ardındaki park çok kalabalıktı. Çeşmeden su içip bir bankın ucuna iliştiler. Birbirlerine çaktırmasalar da oldukça yorulmuşlardı. Kolay değil üç koca yılın müfredatını taşımışlardı; Newton, Sait Faik, Hz Ali, Kazım Karabekir ve niceleri. Oktay, poşet kesiği ellerini ovuştururken kitapların ederini hesaplamaya çalışıyordu. Ne kadar isteseydi, kestiremiyordu. Ahmet ise çoktan oyun salonundaki oyunlardan hangisini oynayacağını planlıyordu. Güneş kızgındı. Uluyan bir köpeği andırıyordu, öfkeliydi. Ahmet ve Oktay terliyordu, öğle namazı bitmemiş miydi?

Açlık kendini hissettiriyordu. Bir an evvel kitapları elden çıkarıp dönere yumulmalılardı. Hatta Ahmet gümüş kolyelerin satıldığı tezgahın başında bu kadar oyalanmasa şimdiye oyun salonundalardı. Böyle düşünmüştü Ahmet.

Namazı eda'edip yağlı kebabı mideye indiren esnaf sinek avına çıkmıştı. Soda ve kürdan arayışı bu ürünleri neredeyse karaborsaya düşürecekti. Ellerinde poşetlerle etrafı süzerek ilerleyen iki çocuk soda ve kürdan popülerliği altında eziliyorlardı. Dükkanların önünde taburede oturanlar hayat belirtisi göstermek adına inilti şeklinde sesler çıkarıyor, bir yandan da gelip geçeni izliyorlardı. Kimse oralı değildi. İlk izlenim Ahmet ve Oktay'ı sarssa da kitapları güzel fiyata satacaklarına inanıyorlardı. İşi olmayan bir fotokopici Ahmet ve Oktay'ı lafa tuttu. Kitapları almayacağı belliydi fakat piyasayı inceler gibi bir hali vardı. Ne kitaplarıydı onlar, kaça satıyorlardı, en son kaç olurdu, nerede oturuyorlardı, soruların ardı arkası kesilmeyince babasının genetik mirası Ahmet'e yol gösterdi, sıyrılı'verdiler adı Yusuf olan, armuta benzeyen, dikkatli fakat boş konuşan şu fotokopiciden. Binanın inşasına tamamen ters yönde yürüyorlardı ki bu yokuş çıkmak demekti. Kazım Karabekir Newton'u öldürse hakkıydı. Poşetlere genel bir umutsuzluk hakimken Din Bilgisi kitabı fıtratına uygun olarak tevekkül halindeydi.



Tüttüren Kartal.



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder