9 Şubat 2014 Pazar

Kadının Harbinde Çok Sevgi Döküldü.



Onu bir süredir takip ediyordum. Farklı olan bir şeyler vardı, bilmiyordum fakat hissediyordum. İşten çıkınca hangi yoldan yürür, hangi gazeteyi okur hangi sigarayı içer gayet iyi biliyordum. Takıntı olduğunu düşünüyorsanız eğer haklısınız. Takıntılı bir hal almıştı. Ve gün geçtikçe artıyor, daha da derinlere itiyordu beni. Bırakın onunla konuşmayı tesadüfi olarak karşılaşınca yüreğim su topluyor, ağır bir hastalığın kollarında buluyordum kendimi. Bu zaman diliminde arkadaşlarımdan da uzaklaşmıştım. Malum kendimi aşık bir hafiye gibi hissediyor, takip dışında kalan zamanımı planlar kurarak geçiriyordum ya parklarda ya odamın tavanında.

Küçük yerlerde bazı bilgiler daha rahat ulaşılır oluyordu. Bir kaç arkadaşın da yardımıyla beyimizin kimliğine dair bir kaç bilgiye ulaşabilmiştim. Ve tabi ki sanal alemin çöplüğünde aşkım hakkında nelere ulaşabileceğimi kısa sürede öğrendim. Bu araştırmalar gösteriyordu ki farklı biriydi. Ona olan aşkımı muhakkak onunla paylaşmalıydım. Anladığım kadarıyla -ki sarraf bir babanın kızıydım, o altınlara gönül vermişti ben insanlara- karşısına çıksam da tersleyip, avucumda kalan bir avuç sevgiyi talan etmezdi. Ama nasıl.

Tesadüflere ben de inanmıyorum ama varlar.

Nadiren uğradığım bir kafenin önünden geçerken onu gördüm. Bir elinde kitabı bir elinde sigarası önünde çayı sanki beni çağırıyordu. Bu sessiz daveti geri çeviremezdim. Hem burası benim için ideal bir yerdi. Tanıdığım bir mekandı ve üstelik tenhaydı. Ona doğru ilerledikçe hastalığım nüksetti, yüreğimi kargalar deşiyordu, nefes almakta zorlanıyordum. Bir metre kadar yakınıma geldiğimde artık bu dünyada değildim. Kafasını kaldırıp baksa belki cesaretlenip paramparça yüreğimden bir merhaba sunacağım ona. Fakat bakmadı. Tüm planım, dengem kaybolmuştu ve bu panik haliyle hemen yanı başında duran masaya ilişiverdim. Heyecandan ölmezsem eğer yüreğim beni öldürecekti. Gelen garsona öyle bir çay deyişim vardı ki gören yıllardır çaya hasret çektiğimi sanabilirlerdi. Bir çay içimi kadar sürede kendimi toparladım. Göz ucuyla müstakbel sevgilimi seyrediyordum. Kararlıydım, bu iş bugün bitecekti. Fakat sevgilim bu dünyadan kopmuş gibiydi. Onu dünyaya geri döndürecek kişi bendim. Derin bir nefes aldım, harbe hazırdım.

Okuduğu paragrafta cümle bitmemiş olmalı. Hayır, hayır bu olamaz. Hadi, kaldır şu başını. Hadi n'olur kaldır şu başını.

Kaldırmadı. Bir merhaba bu kadar havada kalmamalıydı.  Biri şu merhabanın ucundan tutsun ne olur, nefes alamıyorum, merhabanın ucundan tutan beni de tutsun zahmet olmazsa. Normal zaman diliminde iki saniye sürmüş olabilir, benim hissettiğim muhabbet kuşunun kuluçka süresi kadar falandı. Kafasını kaldırıp merhabayı selamlamakla kalmadı beni de bir ucumdan tutup dünyadan dünyaya vurdu. Gözlerimin içine öyle bir baktı ki miraca yükselmiş amatör bir peygamberdim ve kavmim kırlangıçlardan oluşmaktaydı. Merhaba benim için yeterliydi, bir çırpıda bugüne kadar onunla ilgili ne olmuşsa hepsini anlattım. hem de bir bir. Kıymetlilerini ortaya dökmüş bir bohçacı gibiydim, takdir bekliyordum. Ve şundan emindim; elindeki
 üçüncü sınıf edebiyat eserinden daha ilginç şeyler anlatmıştım. Sıra ondaydı. Ben nasıl ki elindeki kitaptan daha ilginç şeyler anlatmıştım o'da bugüne kadar gördüğüm tiyatro gösterilerini kıskandırırcasına, ağır hareketlerle ilk önce sigarasına uzandı. Sigarayı izmariti masaya gelecek şekilde iki kez vurdu. Pat pat. Yüreğim yırtılacaktı. Hele çakmağın tütünle buluşmasından doğan beyaz melekler nasıl uçuştular öyle havaya. Bu adam beni öldürecekti. Hayır, hayır kurtuluşum yok, öldürecekti.

Çok şey söylemedi. Ben çok şey anladım. Yaralıydı. Susmak istiyordu. Dilersem yanında kalabileceğimi ama beklentimin olmamasını falan. Yüreğim ıslanmıştı. Sarı saçlı bir erkek çocuğu elinde sopasıyla kargaları kovalamamıştı, kara gözlü bir adam kuyunun dibine ip salmıştı. Huzur doluydum. Ona sormadan garsona seslenip iki çay söyledim, baktım gülümsüyordu.

Daha da konuşmadık. Çaylar yudumlandı. Gözü kitabına kayıyordu, ben de okuyabileceğini söyledim, okudu. Zor zamanlar için yanımda taşıdığım, belki üç aydır bitiremediğim bir kitap vardı çantamda, hemen davrandım. İki saat kadar böyle sürdü. Şaka bir yana harbiden kitabı bitirmek üzerindeydim. Göz ucuyla onu izliyor sonra kitaba dönüyordum. Ne yapmam gerektiği hakkında en ufak bir fikrim yoktu. İmdadıma yine o yetişti. Acıkmıştı. Kalktık.

Aylar hızla akıyordu. Durdurmak istemiyordum. Huzurluydum. Beni sevmiyordu. Ben onu seviyordum. Yanımda olmasını istiyordum. Ayaklarını uzatıp saatlerce sustuğu zamanlar bile gözümü kırpmadan onu izliyordum.

Güneşin duvarları ısıtmada yetersiz kaldığı baharın ilk aylarında bir cumartesi sabahı gözümü açtığımda karşımda duruyordu. Nasıl olur da yanımdan kalktığında uyanamamıştım. Ben de ona baktım. Evlenmeliyiz dedi. Tarihteki en kötü evlilik teklifi değildi, kabul ediyorum iyi bir evlilik teklifi de değildi. Bu bir sebep değildi, kabul etmedim. Çünkü gözlerinde baba olma isteğini gördüm. Korktum. Ya kızımıza yüreğini yakan kadının adını verirse. Yine kargalar üşüştü yüreğime. Yorganı kafama çekip gözlerimi sımsıkı kapadım.
Gören fabrika ayarlarına dönmeye çalışan nokia 3310 olduğumu düşünebilirdi. Derin derin nefes aldım. Barışa hazırdım. Yorganı kaldırdım. Yoktu. Çaydanlığın sesi geldi, demek mutfaktaydı ve üstelik türkü söylüyordu. Ses o kadar davetkar gelmişti ki yataktan çıktım, müstakbel kocama doğru yürümeye başladım. Yüreğimde papatyalar diz boyuydu. Seviyordum.



Çağdaş Ünbal

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder