8 Mayıs 2015 Cuma

Salondan Hikayeler


Birinci denemesi başarısızdı. Biraz bekledi. Sanıyorum anahtarı bulmakta zorlanıyordu. Bu sarhoş olduğu hakikatini deklare eden ilk göstergeydi. Başarıya ulaşınca koridor aydınlandı. Apartmanın sensörlü lambası sarhoşlara karşı daha nazikti galiba. Kapıyı kapatırken kimsenin rahatsız olmayacağı gerçeğini yabana atmadı. Bulunduğum yerden sadece bacaklarını görebiliyordum. Öylece duruyordu.

Sadece ben değil diğer arkadaşlar da heyecanlanmışlardı. Normalde eve sarhoş geldiği akşamlar birkaç arkadaşımızın sadece kalbini kırmakla kalmıyor fiziki yaralar da açıyordu bedenlerimizde. Kabullenmiştik. Fakat bu farklı bir geceydi, cansız gövdemiz soğumaya başlamıştı.

Salona girdi. Işığa uzanmasını bekledik bir süre. Hayır, ışığı açmayacaktı. Bunu salonun kapısında öylece duruşundan anlayabiliyorduk. Sırayla telefonu, cüzdanını ve sigarasını sehpanın üzerine koydu, hafiflemişti.

Halıyla çok öncelerden tanış gibi uzunca bir süre halının en derinine baktı. Halıyı dokuyan kızın rahminde kıpırdayan bebek dünyaya selam etse hissedebilirdi. Bir şeyler ters gitmişti. Bunu anlamak için can taşımaya gerek yoktu. Sarhoşlara özgü bilek hareketlerinden oluşan dansı icra edip salonun köşesinde bulunan tekli koltuğa oturdu. Gözleri halen halıdaydı. Emin olun bebeğin babası bu kadar hissetmemişti! Sigarasını aradı. Sehpaya giden iki metre onun için Avrasya Maratonundan farksızdı. Allah aşkına neyi vardı bu adamın. Gözlerini sigaraya dikip öylece bekliyordu. Kafasından geçenleri anlayamıyorduk. Kalkıp alsa sigarasını, bizim de içimiz ferahlayacaktı. Bekledi.

Belki yarım belki bir saat öylece bekledik. Evin içinde sadece hırıltı sesleri duyuluyordu. O bu sesleri duysa belki sigarayı bırakabilirdi fakat sanıyorum mevzu bu değildi.

Hepimiz bu durumu merakla izlerken ve belki alışmanın o çetin eşiğine adımımızı atmışken ağlamaya başladı. Çok ağladı. Olmayan canımız bedenimizi zorladı. Yoktu, çıkamazdı.

Elimizden bir şey gelmiyordu. O orada öylece ağlıyordu.

-Bazen elimiz, ayağımızın olmadığına seviniriz biz. Bazen kahroluruz, bilemezsiniz-

Ne kadar sürdü bilmiyorum. Duvarlar nemlenmeye mi başlamıştı, saksılar mı çatlamıştı bilmiyorum. Sigarasına doğru hareket ettiğinde ben dahil bütün arkadaşlar nefeslerimizi bıraktık. Sigarasını yanına almayı düşünmedi, acelesi vardı sanki. Yaktı ve koltuğa döndü. Çektiği nefes yüreğimizdeki tütün tarlalarını aleve veriyordu, iş bekleyen incecik kızlar tütünden gelecek parayı yok saymaya hazırdılar ve emin olun o kızlar zengin kocalara satılacaklardı. Bu tek kişilik gösteri dünyanın diğer ucunda devrim sebebiyken bizler burada öylece susuyorduk.

Yaklaşık sekiz aydır bu evdeyiz. Pek gürültülü olmayan bu evin pek de misafiri yoktu. Anlayacağınız sessiz sakin bir hayat sürüyorduk. Bazı geceler sarhoşluğuna, ağlayışına nadir de olsa tebessümüne şahit oluyorduk onun. Azıcık yağımızda cansız bedenlerimizi kavuruyor, eşyanın tabiatına uygun yaşayıp gidiyorduk.

Ben mesela üç yıl Tarık abinin dükkanında öylece bekledim. Tezgah caddeye bakıyordu. Arabaların egzozu dolmuştur şu ciğerlerime ama öksüremem. Ben kendi halinde bir Charlie Chaplin tablosuyum. Aklında canlanan ucuz tablolardan, evet. Fakat benim farkım bastonumun kırık olması. Kim bilir üç yıl öylece durduktan sonra Burak'ın dikkatini çekme nedenim kırık bastonumdur. Elindeki sigarayı profesyonel basketbolcu gibi iki metreden rögara sokan Burak hızlıca tabloları karıştırmaya başlamıştı. Bizim mekanizmayı bilirsiniz, başınızı hafif yanan eğip tık tık bakarsınız tablolara. Burak dördüncüde yani bende durdu. Birkaç saniye göz göze geldik ve evin yolunu tuttuk. Başlarda beni nereye koyacağını bilemedi. Bu sebeple sık sık yer değiştirdim. Hepsinin görüş açısı farklıydı fakat son kararını verdiği yer şahaneydi. Salondaki tüm cansız dostlarımla iletişim kurabiliyordum. Sağ olsunlar hepsi iyi arkadaşlardı. Burak da pek oynamıyordu artık yerimizle. Bazen sinirlenince yahut sarhoş olduğu zamanlar cansız bedenimizde fiziksel acılara sebep olsa da dediğim gibi eşyanın tabiatına uygun yaşayıp gidiyorduk işte. Aslında Burak kötü bir arkadaş değildi. Hatta iyi bile sayılırdı. Bazı akşamlar neredeyse hepimizle konuşurdu. En çok da benimle. ‘Naber lan Şarlo' ile başlayan monolog epey giderdi. Anlatırdı bana. Duyduğumu, anladığımı bilse belki anlatmazdı Haliyle duygusal gelgitleri hepimizin malumuydu. Telefon görüşmeleri, sesli düşünmeler falan derken Burak'ın hayatının seyrinden haberimiz vardı yani. Mesela bi gönül meselesi vardı. İki gün bahsetmese üçüncü gün bahsederdi. Seviyorum derdi, susardık.

O gece çok bekledik. Bir kelam etsin istedik. Özellikle ben yanıp, tutuştum. Merakım bir yana paylaşmak istiyordum. Acısını yüklenip kırık bastonuma öylece durmak istiyordum.

Güneş doğmak üzereydi. Ne uyumuştu ne bir kelam etmişti. On üç sigara içmiş, altı kez öksürmüş ve yirmi beş kez yumruğunu sıkmıştı. İşte o anlardan biriydi yine. Cansız oluşumuza yanıyorduk. Burak'ın tek temas kurduğu kül tablasıydı artık. Bedeninde yanma hissetse de belli etmiyordu. Gözlerini Burak'a dikmiş bekliyordu.

Neden sonra kuş sesleri salona dolmaya başlayınca Burak'ın dudakları aralandı. Herkes soluğunu tutmuştu. Kızsaydı, küfür etseydi, tutup bizleri kırsaydı keşke.
İki harf; 'ah'

Koltuğa kıvrıldığında ev, nemli bir bodrum katında üşüyen hamam böceği gibi titremişti. Üşüyorduk. Güneş hızla salona vurmalıydı.





Çağdaş Ünbal

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder